Montpellier, Akdeniz kıyılarından 8-10 km içeride yer alan
kendi hâlinde bir şehir. Pek çoğumuz aynı adlı futbol kulübü sayesinde bu şehri
duymuşuzdur. Bir haftasonu sıkıldık, kalktık Montpellier'yi görelim dedik. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gördüklerimizi anlatalım!
Şehrin uluslararası bir havalimanı var Paris’ten, Londra’dan,
Brüksel’den düzenli uçuşlar yapılıyor. Ama biz Tuluz üzerinden trenle geçmeyi
tercih ettik. İki katlı hızlı trenimize atladık, 50 dakikalık istisnaî bir
rötarla yola koyulduk. Hızlı tren lafına siz aldanmayın hemen. Bölgesel
trenlerle aynı yolu kullandığı için hızlı trenler bu hatta hızlı gidemiyor.
200-225 km’lik bir yolu normal koşullarda, rötarsız, 2 saat 15 dakikada alıyor
trenler. Montpellier’ye yaklaşırken açılır-kapanır köprü gemilerin geçmesi için
bir süre kullanım dışı bırakıldığından bir 35 dakika daha bekledik. Bu olay sık
sık yaşanıyormuş. Trenle gidecek olursanız, sizi de bulması mümkün!
Çok da görkemli olmayan bir garda trenimiz durduğunda, kötü bir
sürpriz olarak bizi yağmurlu bir hava karşıladı, içeri buyur etti. Gardan
çıktığımızda bir tramvay yolu yumağıyla karşılaştık. Her yerden, her yönden
tramvaylar geliyordu. Bir an tramvayların depo sahasına mı geldik diye
düşündüm. Elime şehir haritası geçince gördüm ki şehirde 4 farklı tramvay hattı
var ve hepsi Gar durağında kesişiyor. Anlayacağınız Montpellier tramvaylarında
her yol Gar’a çıkıyor.
St. Roch Garı
Otelimiz şehir merkezinde, gara 500 metre uzaklıkta olduğu
için yürümeyi seçtik. Yerleştikten sonra yağmura rağmen çıkıp dolaşmaya karar
verdik. Şehrin merkezi olarak sayabileceğimiz Komedi Meydanı’na (Place de la
Comédie) geldiğimizde şehir için ilk “fena değil” yorumu geldi. Geniş mi geniş,
fırdolayı kafe ve restoranlarla çevrili şık bir alan. Orta yerinde şehrin
simgesel yapıları arasında gösterilen hoş bir havuz bulunuyor. Bu havuz ve tarihî
operaevi tam önünde resim çekilmelik. Enlemesine, meydanda yürümeye devam
ettiğinizde L’Esplanade dedikleri, geziye
varıyorsunuz. Buranın yanıbaşında bir Turizm bürosu var, ücretsiz şehir haritası ve broşürler edinebilirsiniz. Gezinin sağ yanında bir botanik bahçesi (Jardin du Champ du Mars);
sol yanında çok iyi bir müze olan Fabre Müzesi; en ucunda ise Corum dedikleri
yeni operaevi ve kongre merkezi var. Yeri gelmişken söyleyeyim, operaevinin
arkasındaki tramvay durağının hemen yanında küçücük bir de arkeoloji parkı var.
İçinde 13. yüzyıldan kalma birkaç tarihî kilise duvarı kalıntısı barındırıyor.
Hazır buraya kadar gelmişken ben Fabre Müzesi’ni katiyetle
görmenizi salık veriyorum. Zengin bir resim ve heykel koleksiyonuna sahip.
Fransa’nın en iyi güzel sanat müzeleri arasında gösteriliyor. Bunun yanısıra geçici
sergilere de evsahipliği yapıyor. Biz bir otel sergisine denk geldik. Geçmişte
Montpellier’nin en lüks otelinde kullanılan mobilya, mutfak/yemek
araç-gereçlerini görünce bugün şatafat ve lüks kavramından ne kadar da
uzaklaştığımızı gördüm. Umut edilir ki siz uğradığınızda da hâlâ orada olur o
sergi.
Komedi Meydanı
Komedi Meydanı çevresinde işimiz bittiğine göre biraz şehrin
sokaklarında turlayalım. Öncelikle şunu belirteyim ki şehrin çekirdeğini teşkil
eden tarihî merkezi tümüyle yayalaştırılmış. Gönül rahatlığı ile oraya buraya
bakarken karşıdan karşıya geçebilirsiniz. Komedi Meydanı'na çıkan yollardan birinde Türkiye'yle ilgili çok şirin birkaç ayrıntı bulabilirsiniz eğer yeterince dikkatli biriyseniz. Böylesi küçük bir şehre oranla çok
canlı bir ticaret yaşamı ve çok geniş bir mağaza yelpazesi olduğunu itiraf
etmeliyim. Sokaklarda oradan oraya gezerken eminim en azından bir kez Vilayet
Konağı dedikleri (Préfecture) binanın da bulunduğu meydana çıkacaksınız.
Çevrede güzel kafeler olduğunu belirtip, oradan Foch Caddesi’ne sapmanızı
öneriyorum.
Bu caddenin ucunda şehrin belki de en güzel noktasını
bulacaksınız. Paris’teki Zafer Takı’nın taklidi olan görkemli bir portalin
altından geçerek Peyrou Kraliyet Meydanı’na (Place Royale du Peyrou)
varacaksınız. Sizi at sırtında tüm görkemiyle kral XIV. Louis’nin heykeli
karşılayacak. Alanın ucuna ilerlemeden önce yanlara koşun. Hava açıksa şehri en
iyi buradan izleme fırsatı bulacaksınız. Alanın en ucunda ise sizi heybetli bir
su kemeri bekliyor. Üzerinden geçişe izin yoktu. Olsaydı eminim çok çılgın bir
deneyim olurdu. Kemer oldukça iyi korunarak günümüze ulaşmış. Eminim güzel
resimler çekeceksiniz.
St. Clément Su Kemeri
Güne biraz erken başlarsanız tüm şehri tek bir gün içinde gezebilirsiniz.
Şöyle ki; bu alandan ayrılıp biraz aşağı doğru ilerlediğinizde bir diğer
botanik bahçesi ile (Jardin de Plantes) karşılaşacaksınız. Burası gerçek bir
botanik bahçesi. Geçmişi çok daha eskilere dayanıyor ve diğerine kıyasla çok
daha şık bir mekân. Yağmur sonrası biraz sevimsizdi fakat eminim hava güzelken
huzur verici bir yer hâline geliyordur! Ben buna rağmen çok beğendim. İçinde
egzotik ağaçların yanısıra heykeller, örgü duvarlar, bir nilüfer havuzu ve sera
bulunuyor. Serada yüzlerce farklı türde kaktüs yetiştiriliyor. Hiç kuşkusuz
parkın en ilgi çekici noktası burasıydı. Bahçeden de çıktığımıza göre; hemen
yakında bulunan şehir katedralini görelim dedik. Vardığımızda bir cenaze
merasimi yeni bitmişti. Naaşın çıkarılmasını ve yakınlarının katedrali
boşaltmasını dışarıda bekledik. Bu sırada yapının çevresinde bir tur attık. Dış
cephesi son derece ihtişamlıydı. Biz hoşumuza giden cephe ayrıntılarını
fotoğraflarken cenaze töreni bitti ve cenazeye katılanlar tamamen dağıldı.
İçeri girdiğimizde biri hâlâ kilise orgunda bir şeyler çalıyordu. Kilise orgunu
canlı, hele ki akustiği böylesine iyi olan bir yerde canlı dinlemek
büyüleyiciydi. Parça bittiğinde az kalsın coşkuyla alkışlayacaktık! Orgun
büyüsünden kurtulup aydığımızda katedralin içini de incelemek aklımıza geldi.
Sonuç: düşkırıklığı. Dışarıdaki o görkemin onda biri bile içeride yoktu. Kimse buranın
şehrin katedrali olduğuna inanmaz herhâlde. Sıradan bir mahalle kilisesi gibi
son derece yalın bir yerdi. Fazla kalmayıp çıktık. Akşama kadar araç trafiğine
kapalı, şirin sokaklarda yürüdük. Akşam yemeğimizi Komedi Meydanı’nda bir
restoranda yiyip otelimize döndük.
Gece yürüyüşüne çıkmak için saatin gece yarısına yaklaşmasını
bekledik. Her köşe başında bir restoran, kafe, bar bulmak mümkün. Gece yaşamı –tekrarlıyorum-
bu küçüklükte bir şehre göre oldukça canlı.
İkinci günümüze biz oldukça geç başladık. Ama bunu örnek
almayın! Lunaret Hayvanat Bahçesi’ne gitmek için erkenden kalkın, 1 numaralı
tramvay hattıyla St. Eloi durağına kadar gidin, oradan hayvanat bahçesine giden
ring otobüse binip “Zoo” durağında inin. Hayvanat bahçesinde sizi öncelikle
Amazon Serası karşılayacak. Parkın en çarpıcı noktalarından biri burası.
Tamamen Amazon doğasının taklit edildiği bu serada kimi kafeslerde, kimi
serbest gezen pek çok canlıyla karşılaşacaksınız. Dev tatlısu kaplumbağaları ve
timsahlar ilk şok etkisini yaratacak. Bunu maymunlar, iguanalar ve karıncayiyenler
izleyecek. Karıncayiyenlerin uysallığı ve yakınlığı karşısında şaşıracaksınız.
Dokunmak yasaktır uyarılarına nispet edercesine adeta “dokun bana” der gibi o
çirkin burunlarını size uzatacaklar!
Dostum karıncayiyen
Seradan çıkınca asıl hayvanat bahçesine sıra gelecek. Çok
büyük bir alana yayıldığı için iyi bir yürüyüş ayakkabısı, bolca su, belki
biraz atıştırmalık şart. Parka en iyimser, en cimri öneriyle en az 5-6
saatinizi ayırın. Zürafalar, aslanlar, gergedanlar, zebralar ve ayılar en çok
ilgi çeken hayvanlar. Bir de kangurular vardı ki biz bir türlü bulamadık. Siz
bizim yerimize de görün! Seranın çok makûl bir ücreti var; hayvanat bahçesi ise
ücretsiz.
Aynı yoldan gerisin geriye tramvaya gidiyoruz. 1 numaralı
hattı alıp, sondurağa, Odysseum yönüne gidiyoruz. Bir alışveriş merkezi var.
Hemen yanıbaşında bir akvaryum bulunduruyor. Önce alışveriş merkezinde yemek
yiyip, sonrasında akvaryumda deniz canlılarını keşfe çıkabilirsiniz.
Eğer oteliniz şehir merkezindeyse dönüşte Antigone denen
bölgede inmenizi hararetle tavsiye ederim. Tarihî bir değere sahip olmasa da
Yunan mimarisinden mülhem çok güzel binalar ve çok güzel meydanlar yapmışlar.
Hemen karşısında bir başka küçük alışveriş merkezi var.
Son olarak bir değerlendirme yapmak gerekirse; Akdeniz
havasının egemen olduğu, şirin bir kentti Montpellier. Bizim vakit sıkıntımız
olmadığı için gönül rahatlığıyla Montpellier’ye 2 gün verdik. Çok ama çok yoğun
bir programla yukarıda iki güne yaydığımız geziyi siz 1 güne bile
sığdırabilirsiniz. Arabamız olmadığı için, biz şehir merkezinin dışına çıkamadık. Ama inanın şehrin içi kadar dışında da görülmeye lâyık onlarca yer var. Kimilerinin âşık olup döndüğü, kimilerinin ise düşkırıklığı ile ayrıldığı bir yer. Aynı grup içinde bile yaşadık bu bölünmeyi. Bana soracak olursanız, kendi değerlendirme yöntemimle söyleyeyim, buraya 3; yani “idare eder” etiketini uygun görürüm. Görülmeyi hak ediyor, ama görmezseniz de büyük kayıp değil! Bir gün yolunuz bir şekilde buraya düşerse, tüm
bu saydıklarımı yapmanız durumda Montpellier’yi hakkıyla gezmiş olacaksınız;
gözünüz arkada kalmasın!
Ulaşım:
Dışarıdan şehre gelmek için havayolunu ya da demiryolunu
kullanabilirsiniz. Tahmin edersiniz ki Türkiye’den direkt uçus yok. Şehiriçi
ulaşımın ise bel kemiği tramvaylar. Rengârenk, yepyeni, albenili tramvaylar
adeta sizi davet ediyor. Tramvaylarda turnike sistemi de, bilet denetimi de yok.
Aşırı şanssız biri değilseniz, yakalanmadan kolayca tüm tramvaylara biletsiz
binmeniz olanaklı. Fakat otobüslerde bu mümkün değil; sürücünün gözü önünde
bilet okutmanız gerekiyor. Kalabalık bir arkadaş grubuyla seyahat ediyorsanız, “aile
bileti” denen (5 kişiye kadar) fırsattan yararlanabilirsiniz. 5,40€’luk bir
biletle 5 kişi 10 kez toplu taşıma araçlarını kullanabiliyor. Risk almayıp,
bilet alın!
Şehrin tramvaylarından biri
Meraklısını biraz
daha ayrıntı:
Montpellier 255 bini aşan merkez nüfusu ile Fransa’nın 8. büyük
kenti. Çevresindeki küçük ilçeleri de hesabın içine kattığımızda bu nüfus 600
bine çıkıyor. Bu da şehre canlılık ve hareket katıyor. Languedoc-Rousillon bölgesinde, Hérault ili sınırları içinde
kalıyor. Adını tahmin edileceği gibi bir dağdan alıyor. Monte Pestellario
yüzyıllar içinde değişe değişe Montpellier olmuş. Türkçede Fransızca telaffuzla Monpölye diye okunuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder